Kitabı biraz evvel bitirdim. Hala şaşkınım. Yıllardır aklımda, edebiyat
derslerinden hayal meyal hatırladığım –itiraf ediyorum, hatta hemen hemen hiç
hatırlamadığım- bir ders konusu olan Ahmet Hamdi Tanpınar, kitabı okuduğum süre
zarfında, ders konusu olmaktan çıkıp çok yetkin bir yazara, eseri de, bir
başucu kitabı konumuna yükseldi.
Aslında kitabın konusu, adının
çağrıştırdığının aksine, bir enstitüyü değil, kitabın baş kahramanı, anlatıcısı
ve yazıcısı Hayri İrdal’ın hayat öyküsünü anlatıyor. Bu uzun, renkli ve
kalabalık hayat öyküsünün bir parçası olarak da Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün
(S.A.E.) kuruluş ve genişleme dönemleri, Hayri İrdal ve çevresindeki insanların
bu süreçteki rolleri, gelişimleri hatta evrilmeleri anlatılmış.
Hayri İrdal, Abdulhamit
döneminde doğmuş –kitaptaki ifadelerden 1895 yılı olduğunu hesaplayabiliyoruz-
İstanbul’ da yaşayan fakir bir ailenin çocuğu. Okulla arası pek hoş değil. İlk
gençlik yıllarını babasının ilginç arkadaşları ile birlikte geçirmiş: Cinler
taifesine karışmış, şehrin içinde cinlerin sürekli yerini değiştirmek suretiyle
gezdirdiği bir hazinenin peşinde koşan, meczup Seyit Lütfullah, daha sonraları
eniştesi olacak Avcı Naşit Bey, çok kalabalık ailesiyle koloni halinde 40 odalı
konağında yaşayan Abdülselam Bey, eczanesinin arkasında altın üretmek için simya
deneyleri yapan Aristidi Efendi, Hayri İrdal’ın zamanının büyük bir bölümünü
muvakkithanesinde beraber geçirdiği, zaman üzerine gerçek bir filozof ve saat
tamircisi muvakkit Nuri Bey.
“saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…. Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!”“ayar,saniyenin peşinden koşmaktır.”
Unutmadan Hayri İrdal ve
ailesinin üzerinde korku ve bıkkınlıkla karışık bir saygı uyandıran, dededen
kalma, “mübarek” lakaplı antika salon saatini de kitaptaki önemli şahsiyetlerden
biri olarak burada anmak isterim.
Bir seri talihsizlikler sonucu
düştüğü akıl hastanesinde tanıştığı, eğitimini Viyana’da yapmış, psikanalize
inancı tam Dr. Ramiz ve onun vasıtasıyla tanıştığı, kim ve neci olduğunu tam
olarak bilemediğimiz, Galatasaray mektebinden mezun Halit Ayarcı; ki
adına bu kitabın yazıldığı, S.A.E.’ nün kurulmasını ve geliştirilmesini
sağlayan önemli zat da bu romanın baş kahramanlarından.
Tanzimat döneminde başlayan,
savaş dönemini, cumhuriyetin kuruluş ve ilk zamanlarını kapsayan kitabın
kurgusu çok sağlam oluşturulmuş. Kitabın her satırında döneme dair bir
dokundurma, bir ironi var. Çok mizahi bir dille anlatılan hikayede sürekli
değişen olaylar silsilesi yaşanırken, kitaba birbirinden renkli ve uçuk
insanlar girip çıkıyor ama biz okurken “Bu kadar da olmaz artık!”
demiyoruz. Kitabın kendi çapında bir aksiyon kitabı olduğu dahi söylenebilir.
Kitaptaki mizah, insanı
sayfadan sayfaya güldürerek sürüklerken, aynı zamanda acı acı düşünmemize de
sebep oluyor. Kitaptaki olayların ve kişilerin betimlemelerinde algıyı
derinleştiren, duyularımıza hitap eden, anlatılanları boyutlandıran bir
taraf var.
Diyaloglar çok gerçekçi ve komik. Kitabının dilindeki
muzipliği, yandaki resimde bize neşeyle gülümseyen bu adamın gözlerinde de
görmek mümkün.
İnsanlık için abesle
iştigalden başka bir anlamı olmayan S.A.E.’nin yaptığı iş, Halit Ayarcının
bireysel zekasından, hırsından –deliliğinden- doğmuş olmasına rağmen, el
birliğiyle ve toplumun pek hevesli katılımıyla toplumsal bir deliliğe dönüşmüş,
bir hastalık gibi tüm toplumu sarmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu
abesle iştigal eden derneğin kurulması, gelişmesi ve yaşatılması sürecinde,
adeta bürokrasinin, kadrolaşmanın, çürümenin, gündem yaratmanın, gündemde
kalmanın, topluma “star” pompalamanın el kitabını, mizahı kullanmak suretiyle
yazıyor. Bu gün medya aracılığıyla yapılan toplumsal manipülasyonların ata
babasının, o dönemde, medyanın yazılı organları üzerinden yapılmasına bu
kitapta şahit oluyoruz. Hem de dudak uçuklatan bir gerçeklikle. Bu gün
sanatçılar(!) nasıl yeni albümlerini çıkarmadan evvel düzmece haberlerle
kamuoyunun önüne sansasyonel çıkışlar yapıyorlarsa, o dönemde S.A.E’ nün
başarısı ve ilerlemesi, gündemde kalabilmesi, üyelerinin nemalanabilmesi için,
günümüzde kullanılan yöntemlerle –ya da silahlarla- topluma bilgi ve belge
pompalandığını görüyoruz. Bu işler o zamanlarda da gerçekten böyle mi
yürüyordu, yoksa bu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sahip olduğu Jules Verne vari
bir öngörü müydü bilmiyorum. Ama sebep ne olursa olsun bu kurguya şapka
çıkarıyorum.
Andy Warhol’un 1968
yılında o ünlü kehanetini yapmasından –“Gelecekte herkes on beş
dakikalığına ünlü olacak.”- tam 7 sene evvel, Ahmet Hamdi Tanpınar, bu
kehanetin öngördüklerini kitabının kahramanlarına kader yapmış, onların
“yıldızlarını parlatmış”.
S.A.E.’ nün topluma kabul
ettirilmesi süresince, aslında hiç yaşamamış olan Ahmet Zamani Hazretlerinin
hayatını, muvakkit Nuri Efendiyle ilişkilendirilerek bir kitap halinde
basılması, yabancı basın mensuplarıyla birlikte resim çektirebilmek için bir
“Ahmet Zamani Hazretleri mezarının” bulunması, toplumun gözünde kurucuların
saygınlık kazanması için aile ilişkilerinin ve geçmişlerinin yeniden tanzim
edilmesi, bana George Orwel’in 1984 romanını hatırlattı. Gerçek bir tarih yoktu,
gerekli olan tarih vardı.
Enstitüyle birlikte önce ülke
çapında daha sonra dünya çapında da ünlü olduğu halde Hayri İrdal’ın elde
ettiği konumdan hiçbir şekilde mutlu olamaması, hep kendini sorgulaması ama
içinde bulunduğu durumu değiştirmek içim hiçbir şey yapmaması aklıma Faust’u
getirdi ve merak ettim acaba Hayri İrdal ruhunu Halit Ayarcı’ya mı satmıştı,
içinde bulunduğu mutsuzluk ve boşluk duygusu elde ettiklerinin bedeli miydi?
Bu kadar özel bir kitabın başka dillere de çevrilmiş olması gerektiğini düşünerek
konuyla ilgili bir araştırma yaptım. Kitabın İngilizce, Almanca, Fransızca,
Arapça ve sanırım Arnavutça kapaklarını buldum. Hatta yabancı baskısının
amazon.com sitesinde beş yıldızla derecelendirildiğini, elin John Efendisinin,
Hans Efendisinin kitabı benden evvel okuduğunu görünce, kendimden bir kez daha
utandım. O yüzden çok geç olmadan kitabı okumanızı rica ederim. Her ne
kadar Hans ve John bu kitabı sizden evvel okuduysa da, siz bu kitabı orijinal
dilinde okuma ayrıcalığına sahipsiniz.
Kitabın 205.
sayfasındaki rakı güzellemesini sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
“Belli ki bu masa bizim bakkalın tezgahının arkasına benzemiyor. Burada rakı geniş zamana yayılıyor. Rakı, kadehimde mermer bir saray birdenbire çökmüş gibi değişti, tortulandı. İkinci günde ışık böyle yaratılmış olmalı. Sonra ilk yudumun zevki. Dilimle damağıma hafif dokunuyorum, çok ince bir sakız lezzeti var. Hayır, bu benim kırk beşlik değil. İkinci yudum, üçüncü yudum. Kafamın içinde bir şey, kapak gibi ağır bir şey döndü. Bütün vücudumda tanımadığım bir sıcaklık var.Kulaklarım hamamda imişim gibi çınlıyor. Dördüncü yudum: Kadeh boşaldı. Bu kadar da acele doğru mu ya? Biraz daha tadını çıkarmak lazım değil mi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder