1 Ekim 2009 Perşembe

Rüzgarın Gölgesi – Carlos Ruiz Zafon



Yazan: nazimo Kategori: Kurgu

Babamın beni Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’na ilk götürüşü hiç aklımdan çıkmaz…..”

 Burası gizemli bir yer Daniel, bir mabet. Burada gördüğün her kitabın, cildin bir ruhu var. Onu yazanın, okuyanların, onunla yaşayıp onu düşleyenlerin ruhu. Bir kitap sürekli el değiştirir, birileri gözleriyle sayfalarını sürekli tarar, kitabın ruhu gelişir ve güçlenir. Uzun yıllar önce, babam beni buraya ilk kez getirdiğinde burası yine eski bir yerdi. Belki de şehrin kendisi kadar eski. Buranın ne kadar zamandır var olduğunu ve kim tarafından kurulduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Bu yüzden sana babamın bana anlattıklarını anlatacağım. Bir kütüphane yok olduğu ya da bir kitapevi kapandığında unutulmaya terk edilen bir kitap olursa, burayı bilen bizler, yani buranın bekçileri o kitabın buraya getirilmesinden sorumluyuz…..”

“Geleneğe göre, burayı ilk kez ziyaret eden kişinin istediği herhangi bir kitabı seçip sahiplenmesi, yok olmasına asla izin vermemesi gerekiyor; böylelikle o kitap her zaman yaşayacak. Bu çok önemli bir sorumluluk. Bir ömür boyu diye açıkladı babam. Şimdi sıra sende.”


Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı, belki de 10 yaşında bir çocuğun gözünde fantastik bir sahafı unutulmaz kılmak için kullanılabilecek en güzel isim. Sabahın alaca karanlığında, herkes uyurken, sadece babayla paylaşılan bir sır olarak, gizlice, kitap dehlizlerine doğru yapılan bu yolculuk sonunda Daniel kendine evlat edinmek üzere Julian Crax’ ın Rüzgarın Gölgesi isimli kitabını seçer.  Akşam odasına çekilerek okumaya başladığı kitabını, sabahın ilk ışıklarıyla, okuduklarından  büyülenmiş olarak bitirir. Rüzgarın Gölgesi ve Julian Crax, o günden sonra Daniel’in, hatta ailesinin kaderini yönlendirecektir. Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’nın labirentlerinden çıkan kitap, Daniel ve ailesini esrarengiz bir maceranın içerisine sürükleyecektir. Kitap 1945 yılında, dünyada II. Dünya Savaşının etkileri hala devam ederken, iç savaşla çalkalanan faşist İspanya’nın karanlık atmosferinde başlar, ama sadece o dönemde geçmez, geri dönüş ve tekrar günümüze dönüşlerle okuyucuyu merak duygusuyla sarmalayarak, hatta kimi zaman meraktan boğacak kadar sıkı sarmalayarak ilerler.




Daniel, bir taraftan faşist bir ülkede göze batmadan büyümenin, yaşamanın ve aşık olmanın zorluklarıyla mücadele ederken, diğer taraftan da .Julian Crax’ın peşinde, yazarın hayatının sırlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Julian Crax hayatını lanetlenmiş bir aşkın peşinde, oradan oraya savrularak geçirmiştir. Daniel, geçmişin derinliklerinden bulup çıkardığı karakterlere bir bir ulaşarak, bulmacanın parçaları tek tek yerine yerleştirmekte ve her geçen gün kitabın sakladığı sırra biraz daha yaklaşmaktadır. Bu yolculukta en büyük yardımcısı yağmurlu bir günde, yüzüne yediği yumruğun acısını dindirmeye çalışırken, kendisiyle ucuz şarabını paylaşan evsiz, belki biraz meczup Fermin Romero de Torres olur. Şarap şişesinde başlayan dostluk bir ömür boyu sürer. İlerleyen sayfalarda, geçmişte, kaderin bu iki adamın hayatına bir kaç ortak düğüm attığını da keşfederiz.

Daniel’in ısrarla tozunu aldığı geçmiş, güç sahibi olmuş, bir takım faşistlerin huzurunu kaçırmıştır. Bu nedenle hikayeye geçmişte ya da anlatıldığı dönemde bulaşan herkesin de hayatı tehlikededir.
Yazardan, gerçeklerle ilgili olarak bir kaç darbe yedikten sonra, Daniel’in ulaştığını düşündüğünüz her sırrı sorgulamaya başlıyorsunuz. Hiç bir şey göründüğü gibi çıkmıyor. Neyse ki kitabın sonunda, tüm gerçeğe vakıf oluyorsunuz. Geçmişte yaşananlar, yitip giden aşklar, umutlar, hayatlar içinizi acıtıyor. Hem olay örgüsü hem de yazarın akıcı ve kuvvetli anlatımı sizi kitabı elinizden bırakmadan, mümkün olan en kısa zamanda bitirmeye zorluyor.

Faşizmin babasını elinden aldığı çocuk, insan eliyle gelen ölümü ve zorunlu büyümeyi aşağıdaki gibi anlatıyor. Okurken benim gözlerim doldu.

“…Benim dünyamda ölüm, anneleri, dilencileri, veya doksan yaşındaki komşuları berbat bir piyango bileti gibi alıp götüren bir pazarlamacıya, isimsiz ve anlaşılmaz bir güce benzerdi. Ama ölümün insan görünümünde ve kinle zehirlenmiş bir yürekle benim yanımdan geçebileceği düşüncesini kabullenemiyordum; ölüm üniforma ya da bir yağmurluk giyebilir, sinema kuyruğuna girebilir, barlarda gülebilir ya da sabahları Ciudadela Parkı’nda çocuklarını gezintiye çıkarabilir ve daha sonra, akşamüstü, Montjuic kalesi zindanlarında ya da Kimsesizler Mezarlığı’nda birilerini isimsiz ve törensiz ortadan kaldırabilirdi…. İspanyol trenlerinin varışına çok benzeyen bu çalınmış yıllarda yalnızca bir görev olan çocukluğun ne zaman bittiğinin farkına asla varamazsın…”

Bu kitap okunduktan sonra da izi kalanlardan. Benden söylemesi.

http://web.archive.org/web/20091129115245im_/http:/www.neokudum.com/wp-content/plugins/wp-spamfree/img/wpsf-img.php



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder