4 Ekim 2011 Salı


Şairin Romanı - Murathan Mungan

Yazan: nazimo Kategori: Fantastik| Polisiye

Murathan Mungan’ın son kitabı Şairin Romanı'nı maalesef bitirdim. Maalesef diyorum, çünkü bitmesin diye kitabı usul usul, azar azar okudum. Romanın sonunda “1995-2010” ibaresi yer alıyor. Kitabın yazımı 15 yıl sürmüş. Tarihleri görür görmez düşündüğüm ilk şey her bir gününe değmiş oldu.  Çok uzun zamandır bu kadar etkilendiğim bir roman olmamıştı. Bu romanın Türkçe yazılmış olmasının büyük bir şans olduğunu düşünüyorum.  Kitap, konusunun yanında anlatımı ve diliyle de  beni büyüledi. Bir çok paragraftan sonra  kendimi budur işte derken buldum. 

Gemann, sabah, tam hesapladığı gibi gün doğarken giriyor Kohragandt’a. Bütün şehir uykudayken. En sevdiği şey buydu. Bir şehre uyurken girmek… Sokaklar henüz akmaya başlamamış, gündeliğin dağınık hikayeleriyle meydanlar kalabalıklaşmamış, hayat tekrarlar ve rastlantılarla saçaklanmamışken. Pazarlara tezgahlar kurulmamış, balkonlara çamaşırlar asılmamışken. Şehir henüz sessizliğin elindeyken. Sabah nemiyle kabaran saksı çiçeklerinin, balkon arsızı gür sarmaşıkların kokusunun ortalığı sardığı, şehrin sarısabır rengi taş döşeli sokaklarında, atının usul ve kendinden emin adımlarıyla Güvenlik Merkezi’ne doğru ilerlerken, burayı hep sevmiş olduğunu düşünüyor. Ekmek fırınlarından yükselen günün ilk ekmeğinin buğusu hayatın başladığını söylüyor ona. Her şehrin ekmek kokusu farklıdır; biliyor. “     



Kitabın konusuna gelince;

Ünü okyanuslar ötesine ulaşmış, şair Bendag’dan hiç kimse 50 yıldır haber almamıştır. Bu süre zarfında Anakara’da insanlar çok sevdikleri şairlerinin öldüğüne inanırlar.  Bendag ise geride bıraktığı bu elli yılda, değişik kimliklerle Yerküre’yi dolaşmış ve izini bilerek ve isteyerek kaybettirmiştir.  Bunca yıl sonra, ölmek için, tekrar Anakara’ya, doğduğu topraklara geri dönmüştür.  Bendag, elli yıl önce, beklendiği halde gitmeyip, kayıplara karışmayı tercih ettiği Odragend’deki On Üç Dolunaylı Yıl şenliklerine, elli yıl sonra başka bir kimlikle gitmek üzere, gemiden karaya ayak bastığı Makrakamash şehrinden yola çıkar. Yüz yaşına yaklaşmış olmasına karşın, vücudu o uzun deniz yolculuğuna dayanmıştır. Öyleyse Odragend’e kadar olan yolu da aşmayı başaracaktır.

Usta şiir filozofu Moottah, Cadebra’da ki evinde geçirdiği 20 yıllık inziva, okuma, düşünme ve demlenme döneminden sonra, yanına 2 çift ikizin birer tekleri olan 10 yaşlarındaki Zeey ile Tagan’ı da alarak, Anakara’yı bir baştan bir başa geçecek, yolu üzerindeki şehir ve kasabalarda şiir ve hayat üzerine kutlu dersler verecektir.  Onun amacı da yolculuğun sonunda On Üç Dolunaylı Yıl Şenliklerine katılmaktır. İlk toplantısında yaptığı konuşmasında iyi şiiri; 
“Şairin ayakları doğduğu topraklara sağlam basarken, sözlerini bütün Yerküre ’ye söyleyebilmelidir.  Bazı çiçeklerin varlıklarını yalnızca yetiştikleri iklime borçlanmış olmaları elbette onların güzelliğini azaltmaz, ama başka iklimlerde yaşayamamaları varlıklarını eksiltir. Yalnızca kendi toprağında okunur, okunabilir olmak, iyi şiire yetmez. İyi şiir, doğduğu toprağın iklimini başka iklimlere dönüştürebilme gücüne, yeteneğine sahip olmalıdır. Şiir doğduğu yerlerin sesi, kokusudur. Kendi güneşini, kendi rüzgarını, kendi yağmurunu her yere taşır. Hem de gittiği yerin güneşi, rüzgarı yağmuru olur. İyi şiir tıpkı bir çömlek gibi, vücut bulduğu toprağını başka diyarlara taşıyabilmeli, oralarda da kullanabilmelidir. Gündeliğin yalınlığında unutmayın: Şiir kullanışlı bir şeydir. Bir eşya gibi kullanışlı bir şey.” 
diye açıklayan Moottah, yolculuğu boyunca, gittiği her yerde şiiri, yazıyı ve sanatı dinleyenlerine anlatırken, iki küçük çırağını da hayatla tanıştıracaktır.


Ayrıca şairlerin hedef alındığı saldırılarda biri ya da birileri kurbanlarını vahşice katletmektedir. Katilin elinden bir tek son kurban şair Dehamar sağ olarak kurtulmayı başarmıştır. Katilin izini ise atlı polis Gamenn sürmektedir.  Yeni şiirlerini tanıtacak olan Dehamar da, katilin şenliklere katılacağını düşünen Gamenn de  On Üç Dolunaylı Yıl Şenliklerinin yapılacağı Odragend’e doğru yol almaktadır.

Odregend’e doğru yol alanlar bu kadarla sınırlı değildir. Haritacı Kaa, Matematik bilimci Okhanyus, Gamenn’in kabullenmekte zorlandığı yardımcısı. Her birinin kendi yol hikayesi vardır ve her hikaye bize Anakara’nın ve Yerküre’nin nasıl bir yer olduğunu farklı yönlerden açıklar.

Murathan Mungan’ın kurguladığı dünyaya ve medeniyete gelince; Yerküre sahip olduğu fiziksel özellikleriyle (dağlar, gökyüzü, deniz, ırmaklar) Dünya’ya çok fazla benziyor. Bitki örtüsü, hayvanlar yer yer benzerlik gösterse de burada ki hayatın dünyadan farklı olduğunu görüyoruz. Ve insanlar, belki de yazarının gönlünden geçen dileği olarak, bizden  daha uzun yaşıyorlar. 

Gezegenlerimiz benzese de Anakara’da kurulu medeniyet bizimkinden çok farklı. Teknolojik gelişmelerin, makinelerin, motorlu araçların olmadığı, dolayısıyla günümüzde kullandığımız anlamda iletişimin olmadığı dünyada yolculuk ve yol kavramına, bizim dünyamızdakinden daha farklı anlamlar yüklenmiş. Teknoloji olmadığı için, emek çok önemli. Dolayısıyla, emeğe ve insana saygı var. Şiirde, sanatta ve her şeyde usta çırak ilişkisi var. Teknolojinin gücü olmadığı için, insanlar doğayla savaşmak, ona kafa tutmak yerine, onunla barışık yaşama yolunu seçmişler.

Ve bence romanın fantastik olan esas kısmı da, Yerküre’de şiire ve şairlere verilen önem, sanata gösterilen özen. Şehirlerin surlarına, üzerinde şiirler yazılı büyük flamalar asılıyor. Şehrin şairleri için, şiirlerini surlarda dalgalandırmak bir onur meselesi. Hatta şiir, düğün hediyesi olarak, geline sunulabiliyor.  Herkesin şair olmak istediği, ancak şair olamayanların başka bir şey olmak zorunda kaldığı bir medeniyet.  Pagan geleneklerinin hakim olduğu, kadınların saygı gördüğü, değer verildiği hatta mistik anlamlar yüklendiği bir toplum.  Ve hep şiir.  Şiir savaşta bile var. 
Eski zamanlarda şair kavimleri içinde birbirine düşman birçok kavim bulunurdu. Birbirlerinin kelimelerini öldürürlerdi. Birbirlerini kelimelerle öldürürlerdi. Sonra yetinmezler, meydan savaşlarında birbirlerine cana susamış çala kılıçlarla saldırır, yağlı palalar sallar: gözlerini bile kırpmadan düşman bellediklerinin gövdelerinden havanın boşluğuna imzasını kanla attıkları kelleler, bacaklar, kollar koparıp alırlardı. Savaş meydanlarında öldüren, katilden saymazdı kendini. Başkalarının gözünde de katil sayılmazdı. ‘Meydana çıkmanın hukuku’ diye bakarlardı ovalarda üst üste yığılan ölülere. ‘Kanın şiiri’ diye bakarlardı ovanın kızıl kırmızısına… Cenk şairi olmaya karar verdiğinde mürekkebin kan olur Serhanas. Kelimelerin kan olur. İçin buna hazır mı? Kendi kanını seyreltmeden, başkasının kanını akıtabilir misin?
Kitabı okurken en çok Bendag’ın şiirlerini merak ettim. Çünkü kitapta;


Herkes söylerdi: “Bendag’ın şiirlerinde ışığın geçişlerini görmek mümkündür. Doğadaki kadar apaçıktır bu. An ertelenir. Bütün şiirlerinde an ertelenir. Böylelikle zaman sonsuzlaştırılır. Bunu yapan ışığın hızıdır. Işığı evcilleştirmeden kendinin kılmayı başarır.”

diye anlatıyor Bendag’ın şiirlerini. Kafamda içinde ışık olan şiiri canlandırmaya çalıştım. Sanırım okuyan herkes de aynısını yaptı. Herkes kendi ışıklı şiirini hayal etti.

Murathan Mungan bize upuzun bir romanla, Anakara’nın büyüleyici şiirlerini anlatmış. Kendisine teşekkürü borç biliyorum.

Not: Kitapda inanılmaz çarpıcı bir zaman kurgusu var. Sırf bunun için bile okumaya değer.
http://web.archive.org/web/20120901133042im_/http:/www.neokudum.com/wp-content/plugins/wp-spamfree/img/wpsf-img.php

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder