Sultanı Öldürmek - Ahmet Ümit
Ahmet Ümit’in son kitabı Sultanı Öldürmek’i yaklaşık bir ay önce bitirdim.
Bitirir bitirmez de burada sizlerle paylaşmak için yazmaya başladım. Ama
olmadı. Gerçekten çabaladım ama anlatmak istediklerimi, kitabın bana
hissettirdiklerini bir türlü bira araya getirip, derleyip, toparlayamadım.
Halen de bunu başarabileceğimden şüpheliyim. Bazı kitaplar bende bu etkiyi
yapıyor. O nedenle konuyu aklıma geldiği gibi, dağınık anlatmaya karar verdim.
“Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?”Yukarıdaki satırla başlayan kitap daha ilk satırdan sizi içine çekiyor. Hem kendine, hem bizlere, hem de cümle aleme suçsuz olduğunu kanıtlamaya çalışan kişi, 60 yaşındaki tarih Profesörü Müştak Serhazin. Serhazinlerin son erkek evladı. Hikayedeki ceset ise Müştakın unutamadığı aşkı Nüzhet. Nüzhet onu 21 yıl önce terk ederek Amerika’ya yerleşmiş. Olduğu yerde sayan, yorgun ve yılgın profesör Müştak’ın aksine, Nüzhet, Türk milli tarih görüşüne ters düşen sivri çıkışlarıyla dünyanın dikkatini çalışmalarının üzerine çekmeyi başaran, sözü, yetkin bilim çevrelerinde geçen ünlü bir profesör. Müştak, Nüzhet’ e duyduğu bitmeyen aşkını öyle bir anlatmış ki;
“…Evet, şahane bir aşk yaşadım. Çünkü şahane bir aşk, harcanmış bir hayat demektir. Çünkü gerçek aşk, acımasız sarmaşık gibidir. Nasıl ki sarmaşıklar sarıldıkları kocaman ağaçlar dahil etraftaki bütün bitkileri boğar, öldürürse aşk da kendisinden başka hiçbir duygunun yaşamasına izin vermez. Aşkta başarının, mutluluğun ve ahlakın yeri yoktur. Sade acı ve güzellik. Gitgide tümüyle acıya dönüşecek bir güzellik. O sebepten final genellikle trajiktir. Ben de bu kurala uymuştum işte. Bu şahane aşkı kendi doğasına uygun muhteşemle bir finalle mühürle-miştim, Kanla…Hayır orası henüz belli değil…”Bu satırları dönüp dönüp tekrar okudum. Beni öyle etkiledi ki.
Hikayedeki cinayet aleti ise,
sapında Fatih’in tuğrasının bulunduğu bir mektup açacağı. Müştak’ın yıllar öce
biri kendi biri de Nüzhet için satın aldığı bir çift mektup açacağından bir
tanesi, ama hangisi?
Müştak hayatının aşkı
Nüzhet’i 21 yıl aradan sonra ilk kez, boynuna kendi aldığı mektup açacağı
saplı bir halde öldürülmüş olarak görüyor. Gözlerinin önündeki bu ceset
onun sevgili Nüzhet’i mi? Cansız bedende Nüzhet’e ait bir şeyler arıyor ama
bulamıyor.
Ve kitabın esas kahramanı,
Fatih Sultan Mehmet. Ahmet Ümit’in kelimeleriyle;
“…Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han’ın cansız bedeni…”
Ve arka planda yine İstanbul
ama bu sefer fetih hikayesiyle. Bir de Müştak ve ailesinin uzun yıllardır
yaşadığı Kadıköy ve Bahariye sokakları.
Satır aralarında entelektüel
bir tartışma, kadim bir soruya cevap arama çabası; “…Tarih, geçmişte
yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?…” Bu sorunun karşı
karşıya getirdiği taraflar.
“….Doğal olarak Osmanlı, bilhassa Fatih konusunda hassas olan öğretim üyelerinden biriydi. Evet hassas. Bu ülke hassas insanlardan geçilmiyordu. Bu hassas insanlar, her türlü değerlerimize yönelik saldırı ve hakaretten sık sık rahatsız olurlardı. Hepsinin de mutlaka bir kutsalı olurdu. Bu ülkede o kadar çok kutsal vardı ki, insanı insan yapan o sıradan değerlere pek yer kalmıyordu. O zaman da hayat hakikatini kaybediyordu. Ama gel de bunu anlat.”
Nüzhet’in üzerinde çalıştığı
son tezi. Ölmeden evvel okuduğu kitaplar, aldığı notlar. Acaba tezinin konusu
birilerinin kutsalına mı dokunuyordu ve bu bir cinayet sebebi olabilir
mi?
Ve Komiser Nevzat. Ne yalan
söyleyeyim, ben bu kitaptaki Komiser Nevzat’ı sevmedim. Özellikle
İstanbul Hatırası’nda bize ruhunun kapılarını açan komiser Nevzat’tan
sonra bana o kadar soğuk, o kadar uzak ve o kadar başkası geldi ki.
Ahmet
Ümit kendisiyle yapılan bir röportajda konuyla ilgili olarak kendisine sorulan
soruya;
“Bu eserde Nevzat’ı bambaşka
bir şekilde gösteriyorum. Diğer romanlardaki Nevzat anlatıcıydı. Her şey onun
gözünden anlatılıyordu. Burada Nevzat’ı anlatan bir zanlı. Başkasının gözünden
anlatılan bir Nevzat’la karşı karşıyayız yani. Çok farklı bir şey yapmaya
çalıştım. Bu anlamda okuru bir sürpriz bekliyor.” şeklinde
cevaplamış. Gerçekten de sürpriz oldu. Ben bu Nevzat’ta benim komiserimi
bulamadım.
Kitabın polisiye yönüne
gelince. Ben polisiye kurgunun biraz Fatih Sultan Mehmet’in gölgesinde
kaldığını düşünüyorum. Bir taraftan da kendi kendime Fatih Sultan Mehmet
öyle bir malzeme ki, ne yazsan yanında sönük kalmaya mahkum olurdu diyorum.
Gerçekten de, Ahmet Ümit, Fatih Sultan Mehmet ve dönemle ilgili titiz bir
çalışma yapmış ve bunu çok başaralı bir kurguyla okuyucusuyla paylaşmış.
Sultanı Öldürmek kitabının
piyasaya çıkmasını beklemek de ayrı bir serüvendi. Kitabın 10 Nisan’da
çıkacağını duyduğum andan kitabı elime alıncaya kadar geçen süreyi gerçekten
sabırsızlıkla bekledim. Çıkar çıkmaz kitabını aldım ve okumaya başladım.
Amacım CKM’de Ahmet Ümitle yapılacak söyleşiye katılmadan evvel kitabı
bitirmekti. Ama yetiştiremedim. Kendisiyle çok keyifli bir söyleşiye katıldım
ve kitabımı imzalatma şansı buldum. Ben kendisine hem okuyucuları için bu kadar
ulaşılabilir bir yazar olduğu, hem de bana bir kitabı yayınlanıncaya kadar
sabırsızlıkla bekleme duygusunu yaşattığı için teşekkür ederim.
Son olarak yazımı beni çok
etkileyen bir bölümü sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum. Bir sonraki
kitabın konusunu da gerçekten çok merak ediyorum.
“…Evet diyerek etrafına bakmıştı. Arada bir dağıtıyoruz böyle… Ben de bu gece için böyle travesti gibi giyindim. Öyle değilim aslında… Burada gördüğünüz insanların hepsi de gay değil… Ama hepsinin üzerinde baskılar var. Bu gece baskılardan, sınırlardan, kısıtlamalardan kurtulalım, gerçek kimliğimize dönelim, dedik… Kim olduğumuzu hatırlama partisi bu hocam.
Kim olduğumuzu hatırlama partisi… Sahi kimdik biz? Orta Asya steplerinden gelip, bu toprakların uygarlıklar kurmuş halklarıyla karışarak yeni bir uygarlık kurmuş bir milletin kendini kaybetmiş çocukları… Kendini kaybetmiş… Şu kaybettiğimiz kendimiz neydi acaba? Irkımız mı? Dinimiz mi? Onurumuz mu? Aklımız mı? Hafızamız mı? Toplumsal psikojenik füg… Bir toplumun geçici olarak hafıza kaybı… Geçici olduğundan pek emin değilim ama bir hafıza kaybımız olduğu muhakkaktı. Çünkü her gelen hükümdar, her gelen iktidar, tarihi kendi çıkarına göre yeniden yazdırıyordu. Çıkarlara göre yazılan tarihin gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder