İstanbul Hatırası-Ahmet Ümit
"İlk kurban Sarayburnu’nda, Atatürk heykelinin hemen önünde bulunmuştu. Cesedin kolları yukarıya doğru uzatılmış, avuç içleri birbirine bakacak şekilde, elleri naylon iple bileklerinden bağlanmıştı. Cesedin iki yana açılmış ayakları deniz yönüne çevriliydi. Ölünün ayaklarının işaret ettiği yerde, iki çilekeş şehir hatları vapuru, denizin iki ağır işçisi, usulca kıpırdayan maviliğin üzerinde köpükten şeritler bırakarak geçiyordu. İnce bir esinti vardı Sarayburnu’nda. Süt mavisi bir aydınlık. Ortalık mis gibi deniz kokuyordu."Gökyüzünde solmakta olan yarım ay hem cesede hem de vapurlara eşlik ediyordu.
Cinayeti araştırmak, Ahmet
Ümit’in bize tanıştırdığı eski dostlar Komiser Nevzat ve adamları Ali ile
Zeynep’e düşüyor. Cesedin birbirine sıkıca bağlanmış ellerinin arasında bir
sikke buluyorlar. Sikkenin üzerindeki portreden yola çıkan Komiser Nevzat
ve arkadaşları önce Tanrı Poseidon’un oğlu Kral Byzas’a, ondan da Kral
Byzas’ın, bugün Sarayburnu’nun olduğu yerde M.Ö. 660 yılında kurduğu Byzantion
Krallığı’na ulaşıyorlar.
Komiser Nevzat ve adamları,
birinci cesedin barındırdığı sırları çözemeden, bırakılan başka bir cesedin
haberini alıyorlar. Birisi ya da birileri, cesetlerle, cesetlerin bırakıldığı
mekânlarla ve sikkelerle bizlere başkahramanı İstanbul olan bir hikaye
anlatmaya çalışıyor. Bulunan her ceset bizi İstanbul’un farklı bir dönemine,
farklı bir hükümdarına ve farklı eserlerine ulaştırıyor. Okuyucu olarak,
katillerin izini sürerken, aslında İstanbul’un tarihinin izinden gidiyoruz. Bir
İstanbul şöleni izliyoruz. Onlarca kitabı okuyarak bir araya getirebileceğimiz
bir İstanbul tarihi panoramasını cinayetlerin arka planı olarak izleme lüksünü
yaşıyoruz. Aslında bir itirafta bulunmam gerekirse, ben katillerin kim olduğunu
çok fazla merak etmedim. Ben aslında kitabı okurken, katilden yana oldum, onu
bu cinayetleri işlemeye yönlendiren duygu her ne ise, o duygu katilin içinde
hiç bitmesin istedim. Çünkü her cinayet arkasında başka bir İstanbul
barındırıyordu ve ben Ahmet Ümit’in anlattığı İstanbulların tarihiyle
büyülenmiştim.
Ahmet Ümit bu kitabında sadece
İstanbul’un sırlarını deşifre etmiyor, eski dost Komiser Nevzat’ı da
bizlere daha yakından tanıtıyor. Karısını ve kızını hedefi kendisi olan bir
patlamada kaybeden Komiser Nevzat’ın hayata tutunma çabalarını, onun yaralarını
yavaş yavaş ama kalıcı bir şekilde tedavi eden Rum sevgilisi Evgenia ile olan
ilişkilerini, yaralı aşklarını, iki sevgilinin beraber yitirilmiş eş ve evlada
kaldırdıkları buzlu rakı bardaklarını, o bardakların hüznünü, hüznün masadan
kopup, Balat’a açılan pencereden İstanbul’a karışmasını o kadar güzel anlatıyor
ki. Ya da Ayasofya Müzesinin harcındaki aşkı. Justinyen’in, büyük aşkı Thedora
için, Ayasofya Müzesinin görkemli kubbesini taşıyan dört sütunun tepesine
işlettiği isimlerinin baş harflerini.
Ve maalesef bu şehirde
kaybettiklerimizi de bize anlatıyor Ahmet Ümit. Hem yitirilen aşkları
anlatıyor, hem de yıllardır İstanbul’a ne kadar hoyrat davrandığımızı, gün
geçtikçe daha da acımasız olduğumuzu, neleri yitirdiğimizi ve böyle giderse
daha neleri yitireceğimizi.
Ahmet Ümit kendisiyle yapılan
bir röportajda bu kitabı yazma sebebi olarak “O roman (Patasana) bitince
İstanbul’la ilgili bir şeyler yazmalıyım dedim. Bir tür diyet borcu, bedel
ödeme, şükran, teşekkür. Denizinde yüzdüm, ekmeğini yedim, suyunu içtim. Bu
şehir kaynaklı büyük mutluluklar yaşadım, umarım büyük acılar vermez. Şehre
minnet borcum vardı ve bu kitap o borcu ödemek için yazıldı.” diyor.
Kitabı okuduktan sonra benim
de kendisine bir gönül borcum oldu. Artık Sarayburnu’ndan denize bakarken,
ayaklarımın, yaklaşık 3000 yıl önce Megaron’dan gelen Byzantion’lar tarafından
yapılan Poseidon Tapınağının üstüne bastığını bilerek, karşı kıyıdaki Körler
ülkesine (Kalhedon) bakacağım.
Meraklısına Kısa Notlar:
Argos kralının kızı Io,
kentteki Hera Tapınağı’nın rahibesidir. Tanrılar tanrısı Zeus bir gün Io’yu
görür ve ona aşık olur. Zeus’un karısı olan Tanrıça Hera, kocasının kendisini
aldattığını anlayınca çok sinirlenir. Zeus, Io’yu karısının gazabından korumak
için onu inek biçimine sokar. Hera buna kanmaz ve ineği alıp başına da bin
gözlü dev Argos’u nöbetçi bırakır. Buna karşılık Zeus da, Hermes’i gönderir ve
devi öldürtür. Hera bu kez Io’nun peşine bir at sineği salar. Sineğin
ısırıklarından canı çok yanan zavallı Io, İstanbul Boğazı’nı aşarak Anadolu
yakasına kaçar. İşte bu öyküden dolayı İstanbul Boğazı, “İnek Geçidi” anlamına
gelen “Bosporos” adını almıştır.
Byzantion’un kuruluşu ve Boğaz
ile ilgili bir diğer efsanede de; Io, “Altın Boynuz” olarak anılan Haliç’i aşar
ve bir çocuk doğurur. Bebeğinin adını Keroessa koyar. Keroessa büyür ve günün
birinde, denizler tanrısı Poseidon’dan Byzas adında bir oğul dünyaya getirir.
Byzas büyüdüğünde, annesinin kendisini doğurduğu yerde bir kent kurar. Kent,
kurucusunun adını alır ve Byzantion olarak anılır.
Gerçekte, Megaralıların
komutanı olan Byzas, Byzantion’un Roma İmparatorluk Dönemi sikkelerinin ön
yüzünde miğferli ve sakallı olarak resmedilmiştir.
Günümüzden yaklaşık 2500 yıl
önce yaşayan Herodotos, Byzantion’un Kalhedon ‘dan 17 yıl sonra kurulduğunu
anlatır. Amasyalı coğrafyacı Strabon ile Herodotos’un birleştiği bir nokta
vardır: Anadolu yakasında ilk kenti kuran Kalhedonlular kör olmalıydılar! Kör
olmasalardı, karşı kıyıda böylesine elverişli ve güzel bir yer dururken gelip
oraya yerleşmezlerdi. Kalkhedon’un tarih boyunca “Körler Ülkesi” diye
anılmasının nedeni belki de bu düşünceydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder