14 Haziran 2009 Pazar



Başkalaşımlar – Apuleius


Yazan: nazimo Kategori: Kategori Dışı

Size yaklaşık 1850 sene öncesinden haberler getirdim.  Kitabın yazarı Madauruslu Apuleius, 125 yılında Kartacalı saygıdeğer bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Saygıdeğer bir hatip olarak ona dair son kayıtlar ise 160 senesini gösteriyor. Gramer, retorik ve felsefe eğitimi görmüş, Atina, Roma, Samos, Hieropolis ve Kartaca’da okumuş, yazmış, söz söylemiş ve gezmiş bir büyük düşünür.

Kitap, Kabalcı Yayınevinin Humanitas serisi altında yayınlanmış, Latince aslından Çiğdem Dürüşken tarafından çevrilmiş. Üstelik format olarak da çok değişik. Kitabın sol taraftaki sayfasında metnin Latince aslı, sağ taraftaki sayfa da ise Türkçe tercümesi yer alıyor. 

Kitabın her sayfasını, hatta her satırını büyük bir zevkle okudum. Toplam 690 sayfalık kitabın (maalesef yarısı Türkçe) hiç bitmemesini dilerken, ilginç bölümlerini de notladım. Bu sebeple bu yazı uzun bir yazı olacak, sizi şimdiden uyarmak isterim.

Kitap, büyü yüzünden yanlışlıkla eşek haline dönüşen genç ve yakışıklı Lucius’un başından geçenleri 11 ayrı bölümde anlatmaktadır. Eşek olan Lucius’ un başı dertten kurtulmamış, çeşitli kereler sahip değiştirmek zorunda kalmış, her yeni sahiple yeni maceralar yaşamış, değişik insanlarla tanışmış, değişik yerlere seyahat etmiş ve gittiği yerlerde değişik hikâyeler dinlemiş ve bu serüvenini de bize anlatmıştır.


Kitabın dili inanılmayacak kadar güzeldi, iyi edebiyattı.  Üstelik konu olarak da çok eğlenceliydi. Çoğu zaman kitabı kahkahalar eşliğinde okudum. Ama esas ilgimi çeken, günlük hayatın akışında yer alan detayların, günümüze de çok benzer olmasıydı. Burada kitabın ana konusundan ziyade (çünkü bunu sizin keşfetmenizi isterim), anlatımını beğendiğim, beni şaşırtan, bana ilginç gelen bölümlerden örnekler vereceğim.

Mesela, Lucius’un eşeğe dönüştüğü, büyüleri ve büyücüleriyle ünlü, Thessali şehrine ilk defa geldiğinde, şehirle ilgili hissettiklerini anlattığı kısım;
…Bu kentte baktığım hiçbir şeyin daha önce olduğu gibi göründüğüne inanmıyordum. Her şey amansız bir mırıldanışla başka bir biçime dönüşmüş gibi geliyordu bana: Tökezlememe neden olan taşların taş kesilmiş insanlar olduğunu düşünüyorum. Seslerini işittiğim kuşların tüylü insanlar olduğunu, kentin sınırlarını çevreleyen ağaçların yapraklanmış birer insan olduğunu ve çeşmelerdeki suların insan bedeninden aktığını düşünüyordum…
Dili ne kadar akıcı ve hoş değil mi?
Kitabı okurken dönemin zengin halkının yaşadığı evlerdeki sanat eserlerine de tanıklık ettim.
…Evin kabul salonu muhteşemdi. Her köşesinden sütunlar yükseliyordu ve bu sütunların üzerinde palmiyeli tanrıçanınkine benzer heykeller duruyordu. Bu heykellerin kanatları iki yana açılmıştı ama hareketsizdi. Nemli ayaklarının uçlarına basmışlar, döner kürenin kaygan yüzeyinde öylece duruyorlardı ama oldukları yere çakılmış izlenimi vermekten çok sanırsın az sonra kaçacaklardı…
Aşağıdaki ziyafet tasvirinin günümüze olan benzerliğine ne demeli, sanki magazin programlarından fırlamış gibi;
…Byrrhena’nın evinde yemeğe katılan insanların sayısı oldukça kabarıktı. Yörenin en seçkin kadınlarının başında geldiğinden kasabanın kaymak tabakası da buradaydı. (Tam da magazin muhabirlerinin ağzını sulandıracak insanların bir araya geldiğini anlıyoruz) Limon ağacından ve fildişinden ışıl ışıl parlayan pahalı masalar vardı; sedirleri altın örtülerle örtülmüştü. (Günümüzde bunları organizasyon şirketleri yapıyor) Pahada eşit, ama farklı şekilcikleri olan büyük kadehlerle donanmıştı. Kadehlerden birisi ustaca işlenmişti, bir diğeri kusursuz bir kristaldi; diğerleri parlak gümüştendi, ışıltılar saçan altındandı, muhteşem şekilde oyulmuş kehribar sarısıydı; içki kapları şeklinde biçim verilmiş değerli taşlardan yapılmıştı bir başkası.(günümüzde bu kadehlerin markası var)  Kısacası hayal bile edemeyeceğin ne varsa oradaydı…
Tanrılara layık olarak nitelenen bir evin tasviri ise beni büyüledi.
… Korunun tam ortasında, kayarak akan derenin yakınlarında bir kraliyet sarayı vardı; insan elinden çıkma değildi bu saray, tanrısal bir ustalıkla inşa edilmişti adeta. İçeri girdiğiniz anda, bir tanrının şaşalı ve büyüleyici köşküyle karşı karşıya olduğunuzu anlayabilirdiniz. İnce bir işçilikle limon ağacı ve fildişiyle kaplanmış yüksek tavanlar, altından sütunlarla destekleniyordu. Bütün duvarlar gümüş kabartmalarla işlenmişti; içeri girenleri oğlaklar ve koyun, keçi sürüleri karşılıyordu. Bunca gümüşü böyle büyük bir sanatla ince ince işleyip hayvan biçimleri kazandırmak kesinlikle bir dâhinin ya da daha çok yarı tanrı veya tanrının işi olmalıydı. Küçük küçük parçalanmış değerli taşlardan yapılmış döşemeler de çok çeşitli resimlerle bezenmişti…
Burada bahsedilen döşemeler mozaik çalışmaları olarak dipnot ile belirtilmiş. İnsan burada anlatılan mozaiklerin günümüze kadar ulaşıp ulaşmadığını merak ediyor, ülkemizdeki müzelerde sergilenenlerden bir tanesi mi acaba diye düşünmekten kendini alamıyor değil mi?

Dönemin yemeklerine tanıklık ederken, bir kez daha erkeğin kalbine giden yolun midesinden geçtiğini gördüm.
…Evde sadece benim Photis’im vardı. Dolmalık için kıyma haline getirilmiş domuz bağırsakları, dilim dilim kesilmiş etleri ve burun deliklerimin bana söylediği kadarıyla, çok baharatlı bir sucuk pişiriyordu. Ketenden zarif bir elbise giymişti. Göğüslerini altta çok hoş pembe bir bantla toplamıştı. Çiçek gibi elleriyle yemek pişirdiği güveci döndüre döndüre çeviriyor, hiç durmadan yuvarlayarak sallıyor, bu arada vücudunu hafifçe çalkalıyordu. Kalçalarını yavaşça titretirken, esnek belini yumuşacık büküyor, iç gıcıklayıcı bir biçimde dalgalandırıyordu. Bu görüntü karşısında olduğum yere mıhlandım, afallayıp kaldım, hayran hayran öğlece durdum… 
Yemeğin nasıl koktuğunu, burnuna hangi baharatların kokusunun geldiğini, hatta yemeğin tadının nasıl olduğunu düşünmeden edemedim. Baharatların arasında, sarımsak, kekik, fesleğen ve safran olabileceği tahmininde bulundum.

Eskiden şarabın sıcak su katılarak içildiğini öğrendim, beyaz dizilerde yer alan, ateşli aşk sahnelerdeki ifadelerin, o zamandan bu zamana hiç değişmediğini şaşırarak okudum.
Günümüzde de kullandığımız dilimize yerleşen değişlerin o zamanlarda da var olduğunu görmüş oldum. Mesela “rüyalar tersine çıkarmış” inanışı;

Gördüğü kâbusun etkisiyle, hüngür hüngür ağlayan esir genç kızı teselli eden kocakarı;
…bunun üzerine yaşlı kadın genç kızın gözyaşlarına acıyıp içini çekti ve konuşmaya başladı:”Kalbini ferah tut, yavrum” dedi, “rüyaların asılsız aldanışlarından korkma. Gündüz uykularında görülen rüyaların yalancı oldukları söylenir; hatta gece görülen rüyalar bile bazen tersine çıkar. Ağlamak, dayak yemek, hatta boğazının kesildiğini görmek bazen kazançlı ve yararlı bir sona işaret eder. Buna karşın gülmek, ballı çörekle tıka basa karın doyurmak veya Venüs’ün verdiği zevki yaşamak, ruhsal bir bunalımla ya da bedensel bir hastalıkla veya buna benzer herhangi bir güçlükle canının sıkılacağını gösterir. Boş ver bunları…
Ya da masallarımızda çok sıklıkla geçen 7 sayısının kerameti;
…Hemen miskin uykumdan silkindim, sevinçle ve hevesle kalktım. Arınmak için hızla denize yıkanmaya gittim; başımı tam yedi kez dalgalara daldırıp daldırıp çıkardım; ne de olsa tanrısal Pythagoras bize yedi sayısının dinsel törenlere çok uygun bir sayı olduğunu bildirmişti…
(ilgili dipnota baktığımızda Pythagoras’ın İ.Ö. 6. yüzyılda yaşadığını öğreniyoruz.)

Sonu felaketle bitecek, talihsiz bir evlilik yaptığına inanılan bir kızın düğün tasvirinde geçen düğün şarkıları ve Lydia ezgilerini duyabilmeyi gerçekten ama gerçekten çok istedim. Bugün Anadolu’muzda, Ege’ de söylenen türkülerin, o günlerden izler taşıyıp, taşımadığını anlayabilmek ne kadar olağanüstü olurdu değil mi?
…Zavallı kızın korkunç düğün korosu hazırlandı. Düğün meşalesinin alevleri kara kurumun isiyle yavaş yavaş sönükleşti; düğün şarkıları çalan flütün ezgileri sızım sızım sızlayan bir Lydia havasına dönüştü ve neşeli düğün türküsü hazin bir iniltiyle son buldu…
Bu kitabı okumak gerçek anlamda bir ziyafetti. İçindeki ilginç hikâyelerin yanı sıra, kitap, o dönemin günlük hayatı, insanların ahlaki değerleri, sosyal ilişkileri, ceza hukuku, medeni hukuku, sanat etkinlikleri, tiyatroları, dansları, düğün ve cenaze törenleri, tanrılara ibadet törenleri, tanrıların kendileri, tanrıların birbirlerine gazabı, tanrıların insanlara gazabı, yarı tanrılar, mimari, moda ve daha bir çok konuda da detaylı bilgi veriyor. Apuleius, kitapta, Lucius’ un gözünden öylesine canlı bir dünya yaratmış ki, kelimeler kafamda kolayca görüntülere dönüştüler. İşte tam bu nedenle kitabı okurken zaman zaman kendimi bir röntgenci gibi hissettim. Sanırım klasik eser böyle bir şey oluyor. :)  Umuyorum ki, bu yazdıklarım sizde de bu kitabı okuma isteği uyandırmıştır.

Son olarak, yazarın kitabının ilk sayfasında dediği gibi;

Kulağını bana ver sevgili okuyucum! İnan, keyif alacaksın!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder