15 Haziran 2011 Çarşamba



Az - Hakan Günday

Yazan: nazimo Kategori: Kurgu

Az, Hakan Günday’ın yazdığı son,  benim ise okuduğum ilk kitabı. Kitap biteli neredeyse 15 gün oldu. Üzerinden bu kadar süre geçmesine rağmen,  halen kendimi kitapla ilgili düşünürken buluyorum. Kimi zaman içim burkuluyor, kimi zaman da kitabın sonunu hatırlayıp, gülümsüyorum.

Az’da Hakan Günday, Türkiye’nin birbirinden çok uzak köşelerinde aynı yılda doğan ve aynı ismi taşıyan iki çocuğun hayatı ekseninde anlatmak istediklerini çok vurucu bir şekilde anlatmış. Çocuklardan bir tanesi, Türkiye’nin doğusunda kız olarak doğan ve devlet yatılı okulunda okuyan Derda, diğeri de İstanbul’da sırtını mezarlık duvarına dayamış bir gecekondu mahallesinde doğan, hiçbir zaman okula gidememiş erkek Derda.  Her iki Derda da bu hayata en dibinden başlamak zorunda kalmışlar.

Kitabın ilk bölümünde, annesinin 2 inek almaya yetecek kadar bir para karşılığında Londra’da yaşayan bir Şıh’ın oğluna karı olarak sattığı, 11 yaşındaki Derda’nın yaşamına eşlik ediyoruz.  Adı Londra olan, ama aslında bir tarikat evinin birkaç oda ve salondan ibaret dünyasında,  Derda’nın nasıl örselendiğini, nasıl tacize ve şiddete maruz kaldığını, çocukluğunu nasıl yitirdiğini Hakan Günday’ın yalın ama vurucu anlatımından okurken, okuyucu olarak sizde örselendiğinizi, kirlendiğinizi hatta aşağılandığınızı düşünüyorsunuz. 16 yaşına kadar hapsolduğu bu duvarlar arasından kendine bir çıkış arayan Derda’nın, umutsuzca çare diye sarıldığı kaçış yollarının, onu bulunduğu yerin yedi kat daha altına sürüklemesine tanıklık ediyorsunuz. Bundan daha beteri yoktur artık derken, beterin de beteri olduğunu görüyorsunuz. 



Kitabın ikinci bölümünde ise, babası hapiste olduğu için hasta annesiyle beraber yaşayan 11 yaşındaki erkek Derda’yla tanışıyoruz. Derda’nın hayatında okul yok, ama her gün okula gider gibi gittiği bir mezarlık var. Orada, kendisi gibi olan diğer çocuklarla birlikte, yakınlarını ziyarete gelen insanlardan bahşiş almak için, mezarları temizleyip, suluyorlar.  Annesinin ölümünden sonra, yalnız kalan Derda için, mezarlık ve mezarlık çocukları hayatın ta kendisi oluyor.  Bu arada Derda’nın annesinin ölümü sonrası yaşananların da  okuyucu için başlı başına travmatik  bir olay olduğunu belirtmek isterim.

Size kitabın 2 ana kahramanını genel hatlarıyla tanıtmaya çalıştım. Az’ı okurken, yer yer ruhumun örselendiğini hissettim. Hakan Günday sanki anlattığı olaylarla okuyucuyu dövüyor gibiydi.  Hakan Günday, Türkiye’nin yaşadığı toplumsal sorunların ağırlığını, derinliğini, acılığını, bu sorunların altında ezilen insanların çaresizliğini hiçbir yoruma girmeden, olabilecek en az kelimeyle bir tokat gibi olay örgüsü içinde öyle ustaca ortaya koyuyor ki. Anlayacağınız çok dayak yedim. Kitabın olay örgüsünde tesadüflerin, hatta aşırı tesadüflerin, hatta yok artık dedirten tesadüflerin çok fazla olduğunu söylemek zorundayım. Tesadüflerle bağlanan kişiler ve olaylar Hakan Günday’a daha geniş bir anlatım alanı yaratmış. 

Ben  Derda’lardan kız olanını daha gerçek buldum. Beni en çok o etkiledi. Yaşadığı tarikat evindeki korkunç baskıya rağmen kendine bir çıkış yolu araması, kurtuluş için akıl almaz bedeller ödemek zorunda kalması, sonra da yaralarını saracak gücü kendinde bulması bence çok etkileyiciydi.

Erkek Derda’nın da olaylar karşısında verdiği tepkileri çok şaşırtıcı buldum.  Ailesi olmayan, okula gitmeyen, konu komşuyla bağlantı kurmayan, sadece mezarlığa gidip gelen bir çocuk. Yani normal koşullarda yetişen çocukların hayatlarında var olan etki tepki unsurlarının hemen hemen hiç birisi olamadan büyümek zorunda kalmış bir çocuk. Doğal olarak bu durum onun düşünce ve muhakeme yapısını da diğer insanlardan farklı kılıyor. Bu farklılıktan kaynaklanan davranışları da Derda’nın hikayesinin yol haritasını oluşturuyor.

Ve yıllar sonra bu iki Derda’nın yolu bir yerler de kesişiyor.  

Ben AZ’ı gerçekten beğendim. Sizlere de okumanızı tavsiye ederim.
AZ’dan seçtiğim, sizlerle paylaşmak istediğim bölümleri aşağıda bulabilirsiniz. Hepinize iyi okumalar.

“Sana söylüyorum, duyuyor musun beni?”Keşke “Velini çağır!” diyebileceği bir okulda çalışıyor olsaydı. Ama bu okuldaki öğrencilerin velileri genelde ellerinde AK-47’lerle gelirler ve “Sana iyi bakıyor muyuz, hoca hanım?” diyerek, istedikleri anda kötü de bakabileceklerini belirtirlerdi. Bu okulda, tembel, yaramaz, kötü ya da haylaz çocuk yoktu. Bu okulda çocukların beyinlerini yıkayan ajan öğretmenler vardı.  “Bebelerimizi bizden koparmaya geldiler!” denilen öğretmenler vardı. Babaları devletle savaştığı için tutsak alınmış olan çocuklara sosyal bilgiler, matematik ve Türkçe öğretilerek işkence ediliyor, çeşitli ödevler ya da yazılı sınavlarla ırzlarına geçiliyordu. Evlenme yaşı çoktan geçmiş olan on dördündeki bir kızın, kocası olacak yaştaki erkek hocalarla ne işi olabilirdi? Dinen de caiz değildi bu okullar. Ama ne yapacaksın? Örgüt her zaman kollamıyordu ki insanı! Devletle yalnız kalınca, kaçacak bir yer kalmıyordu. Tertemiz tezeklerden yapılmış evlerin önünde kuduzla oynayan çocukların ensesinden tuttukları gibi atıyorlardı Yeşim’in kucağına. O da açıyordu kollarını. Sonra bir de utanmadan omuzlarından tutup sarsıyordu.

“Kurudere’de insanlar konuşmazdı.  Kızınca homurdanır, namaz kılarken mırıldanırdı. Arası sessizlik. Bir de kargalar. Bir de caminin hoparlörü: “Kurudereliler, Şıh Gazi Hoca efendi hazretleri Girinti köyünü ziyaret edecektir. Kendilerini karşılamaya gideceğiz. Minibüs yarın sabah 9’da kalkacak.” Sonra biraz parazit.  Belki birkaç imam öksürüğü.  Sonra yine sessizlik. Hiç yokmuş gibi. Nefesini tutmuş gibi. Kırk üç hane. Kırk üç kırık sır küpü.”

“O gecenin ilk saatlerinde camın kenarına çektiği koltukta oturup, karanlıkta Londra’yı izledi. Sonra ayağa kalkıp ağır ağır soyundu. Çırılçıplak bir adım attı ve parmaklarıyla göğüs uçları, kente bakan camda aynı anda iz bıraktı. On ikinci kattaki karanlık evin camında kollarını açmış çıplak bir Derda vardı. Alnını cama yaslamış, uzaktaki ışıklara bakan. Ya biri görürse, diye endişelenen, sonra da keşke biri görse, diye düşünen. O gece Derda beyaz bir bayrak gibi salladı kendini camın önünde. O gece Derda, bir çığlık kadar çıplaktı karanlığın içinde. Ama kimse duymadı o çığlığı. Önünde kendini açtığı cam ses geçirmediği için, çiğ et gibi dövülmüş bedenini kimse görmedi. Ne çürüklerini görüp polise haber veren oldu, ne de teşhircilikten şikayet eden. Giyinmeden yattı Derda.

Hayatın yan sanayisi denebilecek bir ticaretti bu aslında. Hayattan sonrasına ilişkindi. Yaşayanın ölü olanla iletişimine bir katkıydı. Anlamlı biçimde gözlerini kırpıştıran, boyları bir buçuk metrenin altında olan çocuklardan, aldıkları bahşiş karşılığında ölülerin rahat uyuması için dua etmeleri bekleniyordu. Oysa insan ölünce uyumuyor, hatta çoğu durumda, ölmeden önce uyanıp gözlerini can simidi gibi açıyordu. Dolayısıyla rahat uyumak gibi bir şey söz konusu değildi. Özellikle de uyuyacak  bir şey kalmamışsa. Ama ne de olsa, toprağın iki metre altıyla üstündeki durum hayli farklıydı. Aşağısı gerçekti: Kurtlar, böcekler ve bol bol et. Toprağın üstüyse hayal: “Rahat uyu babacığım”, “Nur içinde yat sevgilim” ve bol bol dua…”

“Ne halt olduğu hakkında, gerçekte, hiçbir fikre sahip olmadığı ölüm karşısında, “Dök bakalım şu suyu, şu otları da bir temizle” gibi cümlelerden başka tepki veremeyen insanoğlunun hayal dünyasıydı mezarlık. Ve o çocuklar da o hayal dünyasındaki Peter Pan’lar. Birbirlerine o kadar benziyorlardı ki, kardeşler büyüklerin yerine geçince aradaki fark anlaşılamıyor, b u yüzden de hiç büyümüyormuş gibi duruyorlardı. Çocuk dediğin, ölümü öğrenince büyür, gibi bir cümlenin de bu mezarlıkta bir anlamı yoktu. Çünkü eğer ölümü öğrenince büyüyorsa, mezar temizleyerek para kazanınca ne oluyordu? Altı yaşındakiler ya da duvardan atlamak için Süreyya gibi boyunun uzamasını bekleyenler? Onlar ne kadar büyümüş olacaklardı? Belki de büyümeden ölmüş sayılmalılardı. Böylece toprağın altıyla eşitlenmiş olurdu üstü. Herkes ölür ve konu kapanırdı. Ama olmuyordu. Çocuklar, temizledikleri mezarların üzerinde uyuyakalınca hiçbir şey olmuyordu. Güneş batınca, mezarların arasında saklambaç oynamaya başlayınca da bir şey olmuyordu. Hiçbir şey hissetmiyorlardı. Hiçbir şey eksilmiyor ya da bozulmuyordu. Bunun farkına en çabuk varan da yine onlar oluyordu. “

“O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi…”

“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yapışık bile gelir, ama yine de doğardı…” 
http://web.archive.org/web/20120901132734im_/http:/www.neokudum.com/wp-content/plugins/wp-spamfree/img/wpsf-img.php

Edit 1:
Hakan Günday 26 Kasım 2014  tarihinde Paris'te  düzenlenen törende 2014 yılı Türk-Fransız Edebiyat Ödülünü almıştır.
Edit 2:
Hakan Günday 5 Kasım 2015' de Fransızca'ya  Encore adıyla çevrilen Daha romanıyla Fransa'nın saygın edebiyat ödüllerinden Prix Medicis  "En İyi Yabancı Roman Ödülü'nü almıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder